"Truth is more of a stranger than fiction."
Mark Twain
Önce ufaktan birkaç adım atıverirsin. Sonra vazgeçmek isteyip gerisin geri yürümeye çalışırsın. Korkmaya başlar; adımlarını hızlandırıp ciğerlerini atacağın depara ısındırırsın. Hızla çekildiğin yönün aksine koşmaya başlarsın. Adımlarını uçar gibi atar, tabanların yere tam değmeden zıplar gibi kaldırırsın. Artık çevrendeki anlamsız nesneler şekilsiz olmaya başladığında neşelenirsin. Fakat, oda ne? Birden boynun şiddetle geriye çekilir. Koşarken harcadığın tüm kuvvet ayaklarını kesiverir. Boynun geriye, geriye kalan tüm uzuvların ileriye. Burnun tam üstüne yediğin yumruklar gibi yıldızlar, güneş ateşini söndürmeden gözünde beliriverir. Birkaç saniye o şekilde havada asılı kalırsın. Hissettiğin tüm acı aklını öldürmüştür. Sonraki bir-iki saniye boyunca, kapana kısılmış hayvan gibi kurtulmak için çırpınır, ellerinin hava çizdiği anlamsız figürleri seyredersin. Yere düştüğünde kurtulmanın verdiği sevinci salise müddetinde yaşarsın. Fakat boynundaki zincir, durumu almana izin vermeden geriye doğru çekmeye başlar. Zinciri çekenin kim olduğu, yâda nasıl çektiği değil düşündüğün, çekildiğindir. Zinciri asılmanın faydasız olduğunu anlayıp ayaklarını yere direyerek, celb edilişine “dur” demeye çalışırsın. Ama çeken çekilenden güçlü olunca naçar direnişe devam edersin. Topuklarının sağladığı kısa süreli durgunluk biraz cesaretlenmeni sağlar. Ayaklarının altından kayan yere şükredip, topuklarında ki yanma hissine aldırmaz, var gücünle direnmek için bildiğin tüm duaları okursun. Kısa bir süre sonra arzın verdiği cesaret, ihanetiyle biter. Zira gayrı yer yavaş yavaş yumuşar, topukların içine batmaya başlar.
Ötesine geçmeye korktuğun çizgi artık çok yakın bir hale gelmiştir. Neyin çektiğini bilmesen de çizginin ötesinde ne olacağın bilme korkusu feryat figan parmak uçlarından beynine şaklayan kamçının yakıcı acısı gibi ulaşır. Bu yeni korku yitirdiğin aklının gaiplik karinesi olur. Aramana gerek yok. Bir metre sonra zaten ihtiyacın da olmayacak. Fakat asıl korktuğun aklını mı yitirmek? Aklını yitireceğini bilmek mi? Yâda daha da kötüsü orada her şeyden azade bir bilinç düzeyinde yaşamanın getirdiği bilgiyi sonsuza değin paylaşamamak mı? Çığlık atmaya bile zaman ayıramadığın şu durumda niçin çizginin ötesinin bilgisi beynini meşgul ediyor, dersin? Kurtulmak fikrinden bile daha yoğun bir biçimde beynini kemirmesinin nedeni ne olabilir?
...
Aslında benliğin bir bilinç düzeyi olduğu var sayıldığında direnen ben dediğin bilinç düzeyi değil mi? Yani direnen oluşturduğun elektriksel kayıt mekanizmasının bilinci. Yani sen değil ama “ben” diye beyninde oluşan imge. Deliliğin ürkütücü olan bir yanı bu aslında. Bildiğin “ben”in bilmediğin bir “ben”e dönüşmesi. Benden bellediğinin ben olmayışı ürkütücü. Bir çeşit ölüm. Ampirik filozoflar algının kaynağının duyu organlarını olduğunu ve salahiyetinin tartışılamayacağı üstüne hem fikirdirler. Fakat agnostik stoacılar bu kanın önüne set çekerken, şöyle diyelim; benliklerini çiğnerken, bu yoruma deliliğe ulaşarak vardıklarını söylemek kesinlikle doğru olur. Zira algılar bilgiyi, bilgiler tecrübeyi, tecrübe fikirleri oluşturuyorsa, göreceli ve izafi bilgilerin aslında “ben”leri oluşturduğu sonucuna ulaşırız. Ama önemli olan soru; dünyada yaşayan altı milyar benliğin birbirinden farklı oluşu altında yatan nedenin bu olup olmadığıdır. işte bu noktada deliliğin, yani algıları işleyen birimin arızalanmasının insan üstündeki etkisi; aslında “ben”in “ben” olmadığı sonucuna ulaşmaktır.
Çünkü delilik çizgisini geçtikten sonra, önceki “ben” ben değil artık. Bildiğin şey bilmediğin bir şey haline gelir artık. Hem kendin için hem de diğerleri için. O halde aynı olan, o çizgiyi geçsen bile değişmeyen ne olabilir. Varlığını hissetmesen bile, fiktif bir bilincin gölgesinde kaybolsa bile bu değişmez olan şey insanın “arkhe” siydi. İnsan fikri ve varlığı içinde değişmeyen, benliğinin de ötesinde olan monad, ruhudur. Çünkü ne ölecek, ne kaybolacak olan o. Bilinç, benlik, ego, vesair. Uçucu turunç yağları gibi kaybedeceğimiz şeylerin yanında, değiştirebileceğimiz yada öyle sandığımız tek şey o. Dünyayı yada başkalarını değiştirmeye çalışmadan önce görmemiz gereken tabiatın ardında ki sır da bu aslında. Fiktif olanın gerçek olan karşısındaki zafiyeti.
Hoş bunu bu kadar uzatmaya gerek yoktu. Malumaliniz:
“aşkın pazarında canlar satılır
satarım canımı alan bulunmaz
beni benden sorman ben ben değilem
bir ben vardır bende benden içerü”