21 gram




"Truth is more of a stranger than fiction."


Mark Twain











Önce ufaktan birkaç adım atıverirsin. Sonra vazgeçmek isteyip gerisin geri yürümeye çalışırsın. Korkmaya başlar; adımlarını hızlandırıp ciğerlerini atacağın depara ısındırırsın. Hızla çekildiğin yönün aksine koşmaya başlarsın. Adımlarını uçar gibi atar, tabanların yere tam değmeden zıplar gibi kaldırırsın. Artık çevrendeki anlamsız nesneler şekilsiz olmaya başladığında neşelenirsin. Fakat, oda ne? Birden boynun şiddetle geriye çekilir. Koşarken harcadığın tüm kuvvet ayaklarını kesiverir. Boynun geriye, geriye kalan tüm uzuvların ileriye. Burnun tam üstüne yediğin yumruklar gibi yıldızlar, güneş ateşini söndürmeden gözünde beliriverir. Birkaç saniye o şekilde havada asılı kalırsın. Hissettiğin tüm acı aklını öldürmüştür. Sonraki bir-iki saniye boyunca, kapana kısılmış hayvan gibi kurtulmak için çırpınır, ellerinin hava çizdiği anlamsız figürleri seyredersin. Yere düştüğünde kurtulmanın verdiği sevinci salise müddetinde yaşarsın. Fakat boynundaki zincir, durumu almana izin vermeden geriye doğru çekmeye başlar. Zinciri çekenin kim olduğu, yâda nasıl çektiği değil düşündüğün, çekildiğindir. Zinciri asılmanın faydasız olduğunu anlayıp ayaklarını yere direyerek, celb edilişine “dur” demeye çalışırsın. Ama çeken çekilenden güçlü olunca naçar direnişe devam edersin. Topuklarının sağladığı kısa süreli durgunluk biraz cesaretlenmeni sağlar. Ayaklarının altından kayan yere şükredip, topuklarında ki yanma hissine aldırmaz, var gücünle direnmek için bildiğin tüm duaları okursun. Kısa bir süre sonra arzın verdiği cesaret, ihanetiyle biter. Zira gayrı yer yavaş yavaş yumuşar, topukların içine batmaya başlar.


Ötesine geçmeye korktuğun çizgi artık çok yakın bir hale gelmiştir. Neyin çektiğini bilmesen de çizginin ötesinde ne olacağın bilme korkusu feryat figan parmak uçlarından beynine şaklayan kamçının yakıcı acısı gibi ulaşır. Bu yeni korku yitirdiğin aklının gaiplik karinesi olur. Aramana gerek yok. Bir metre sonra zaten ihtiyacın da olmayacak. Fakat asıl korktuğun aklını mı yitirmek? Aklını yitireceğini bilmek mi? Yâda daha da kötüsü orada her şeyden azade bir bilinç düzeyinde yaşamanın getirdiği bilgiyi sonsuza değin paylaşamamak mı? Çığlık atmaya bile zaman ayıramadığın şu durumda niçin çizginin ötesinin bilgisi beynini meşgul ediyor, dersin? Kurtulmak fikrinden bile daha yoğun bir biçimde beynini kemirmesinin nedeni ne olabilir?


...


Aslında benliğin bir bilinç düzeyi olduğu var sayıldığında direnen ben dediğin bilinç düzeyi değil mi? Yani direnen oluşturduğun elektriksel kayıt mekanizmasının bilinci. Yani sen değil ama “ben” diye beyninde oluşan imge. Deliliğin ürkütücü olan bir yanı bu aslında. Bildiğin “ben”in bilmediğin bir “ben”e dönüşmesi. Benden bellediğinin ben olmayışı ürkütücü. Bir çeşit ölüm. Ampirik filozoflar algının kaynağının duyu organlarını olduğunu ve salahiyetinin tartışılamayacağı üstüne hem fikirdirler. Fakat agnostik stoacılar bu kanın önüne set çekerken, şöyle diyelim; benliklerini çiğnerken, bu yoruma deliliğe ulaşarak vardıklarını söylemek kesinlikle doğru olur. Zira algılar bilgiyi, bilgiler tecrübeyi, tecrübe fikirleri oluşturuyorsa, göreceli ve izafi bilgilerin aslında “ben”leri oluşturduğu sonucuna ulaşırız. Ama önemli olan soru; dünyada yaşayan altı milyar benliğin birbirinden farklı oluşu altında yatan nedenin bu olup olmadığıdır. işte bu noktada deliliğin, yani algıları işleyen birimin arızalanmasının insan üstündeki etkisi; aslında “ben”in “ben” olmadığı sonucuna ulaşmaktır.


Çünkü delilik çizgisini geçtikten sonra, önceki “ben” ben değil artık. Bildiğin şey bilmediğin bir şey haline gelir artık. Hem kendin için hem de diğerleri için. O halde aynı olan, o çizgiyi geçsen bile değişmeyen ne olabilir. Varlığını hissetmesen bile, fiktif bir bilincin gölgesinde kaybolsa bile bu değişmez olan şey insanın “arkhe” siydi. İnsan fikri ve varlığı içinde değişmeyen, benliğinin de ötesinde olan monad, ruhudur. Çünkü ne ölecek, ne kaybolacak olan o. Bilinç, benlik, ego, vesair. Uçucu turunç yağları gibi kaybedeceğimiz şeylerin yanında, değiştirebileceğimiz yada öyle sandığımız tek şey o. Dünyayı yada başkalarını değiştirmeye çalışmadan önce görmemiz gereken tabiatın ardında ki sır da bu aslında. Fiktif olanın gerçek olan karşısındaki zafiyeti.


Hoş bunu bu kadar uzatmaya gerek yoktu. Malumaliniz:



“aşkın pazarında canlar satılır
satarım canımı alan bulunmaz
beni benden sorman ben ben değilem
bir ben vardır bende benden içerü”

Defensor Civitas




Defensor Civitas


“Aç ve çıplak olduğuma herkes şahit. Bu nedenle efendim merhametinize sığındım ve ailecenap efendim beni himayenize aldınız. Yaşamımı sürdürebilmem için bana yaptığınız bu yardımlar karşılığında ben de size bağlılığımı ve hizmetlerimi sunacağıma yemin ederim…

Özgür bir insan olarak yaşadığım sürece size sadakatla hizmet edeceğim. Size karşı olan bu görevimden hiçbir zaman ayrılmayacağım, yaşamımın geri kalan günlerimi sizin emrinizde

ve himayenizde geçireceğim.”[I]

Kral Carolus Magnus[II] önünde diz çökmüş zadeğanın yemini sabırla dinlerken gözlerini gözlerine dikmişti. Sağında halefi olacak iki oğlu[III], solunda ise Papa III. Leon’u temsilen bir kardinal ve şehrin piskoposu vardı. Piskopos vassal yeminini dinlerken hafifçe gülümsedi; o önce tanrıya sonra papaya yemin etmişti. Diğer zadeğanlar da taht odasında hazır bulunuyordu. Vassal yeminin bitmesine müteakip Magnus misliyle mukabelede bulunup Güney Fransia’da bir tımar ihsan etti. Törenden sonra herkes Magnus’un önderliğinde teşrifat salonuna gittiler.

Herkes ziyafet sofrasında kendine ayrılan yerlerin başında kralın sandalyesine oturmasını sabırsızlıkla bekliyordu. Masada prenslerin avladığı yaban domuzu kralın gözde aşçılarının sır gibi sakladığı bir yöntemle kızartılmış, kralın görkemine yaraşır vaziyette servis edilmişti.Yaban domuzuna av esnasında yakalanan ama hesapta olmayan ördek ve tavşanda eşlik ediyordu. Kurumuş gırtlakları ıslatması için Fransia’nın güneyinden gelen şaraplar kadehlere, hafiften köpürmesine rağmen, akıtılıyordu. Kral hiçbir masraftan çekinmemişti.

Masadakiler onun için çok önemliydi. Hatta papadan bile önemliydi. Batıda Endülüslü Araplarla doğuda Avarlarla savaşıyordu. Roma’dan bu yana tükenmeyen bir hırsla Galya’nın Frankların ve Lombardların başını ağrıtan kuzeyli barbarlar da başında ki sorunları daha da içinden çıkılmaz bir hale sokuyordu. Askeri gücün ve ekonomik devamlılığın dişlileriydi, vassallar.

Tam bir ay önce Papa III. Leon’la San Pietro Bazilikasında yaptığı anlaşma kurtarıcısı olmuştu. Papa onu Kutsal Roma Cermen imparatoru ilan ederek; Avrupa’nın dört bir yanındaki kiliselerde imparatorluğun kutlandığı, adına ayinler düzenlemişti. Böylelikle dağınık vaziyetteki pek çok prenslik emrine girecek, imparatorluğuna katılmayı raddenler ise “Göksel Krallığın” buyruğunun hizmetkarlarının baskısına dayanamayacaktı. Papa bunu karşılığında ondan yalnızca Avrupa’nın çeşitli yerlerinde okullar açmak ve bunların finansmanı için kiliselerin para toplamsına; gelir getirici yeni mülkler elde etmesine karışmayacaktı. Carolus Magnus için bulunmaz bir fırsattı bu. Roma Kuzeyli barbarları durduramayınca papazları yollamıştı. O hem imparator oluyordu hemde papaz ordularıyla kuzeyli barbarları durduruyordu.Eğer batıdaki Arapları ve Doğudaki Türkleri hallederse Jerüsalem’e bir sefer bile yapabilirdi.Orada kubbeleri som altından tapınaklar vardı, evlerin damları gümüştendi. atların eğerleri bile zümrütlerle süslüydü. Onunsa som altın olan tek şeyi şarap çanağıydı.

Lascia Ch'io Pianga

Lascia ch'io pianga la cruda sorte,
E che sospiri la libertà!
E che sospiri, e che sospiri la libertà!
Lascia ch'io pianga la cruda sorte,
.[IV]

Carolus Magnus’un ölümünden tam iki yüz seksen yıl sonra Jerusalem hayallerini; miras alan torunları gerçekleştirdi. Endülüslü Arapları ve Türkleri durdurmayı başaramadı ama kuzeyli barbarları bir ölçüde durdurmayı başarmıştı. III. Leon ise yaptığı anlaşma ile Avrupa’nın tamamına yayılmış bir kilise ağı oluşturmuştu. Artık Avrupalı insanın yaşamında başat faktör olmuştu. Doğumdan sonra kilisede vaftiz edilmek, kilisenin defterine kayıtlı olmak sosyal yaşam için vaz geçilemez bir referans; soysal kabulün ön koşuluydu. Vaftiz edilmemişler ticaret yapamazdı, evlenemezdi, kiliseye ayinlerine katılamazdı. Vaftiz edilenlerin kiliseye vaftiz adı ve gerçek adı ile kayıt altına alınarak var oluşu tescillenirdi. Papazlar manastır keşişlerinin parmaksız eldivenleriyle yazma eserleri ince ince süslemeleri gibi Avrupa’yı dantel gibi işliyordu.

Kilise mülküne ait arazilerin gelirleri, bu arazilerde yaşayanlardan alınan vergiler yeni kilise ve manastırların kurulmasını sağlıyordu. Halkın kilisenin belirlediği sosyal standartlar çerçevesinde siyasal sosyalleşmesini hızlandırmak için Roma döneminde ilk defa kurulmuş temel seviye eğitim verilen okulların tekrar açılması ve yaygınlaşması bu dönemde başlamıştı. Kilise organizasyonu haçlı seferlerinden itibaren eğitim mefhumunu doğudaki kaliteli eğitim kurumlarına öykünerek bu günde hala varlığını sürdüren dönem itibarıyla zengin seçkinlere hitap eden üniversiteleri de kurmaya muvaffak olmuştu[V]. Hukuk ve tıp alanındaki tekeli kiliselere yeni “mission”lar yükledi.X.-XI y.y.larda bu misyonlarını “Pax eccelesiae” ve “defensor civitas”[VI] olarak tanımlayacak, siyasal gücünü kralı gölgede bırakacak seviyeye yükseltmiş olacaktı. Bu aşırı güçten rahatsız olanlar XI-XII. yüzyıllarda homurdanmaya başlamıştı.

Kutsal Roma Germen İmparatorluğunun Avrupada sağladığı adalet ve huzur oramı Corolus’un ölümünden kısa bir süre sonra, Verdun antlaşması[VII]ile son bulacaktı. İmparatoluk 3 krallığa ve pek çok prensliğe, kontluğa bölünecekti. Akabinde Avrupaya akın eden kuzeyli barbarların saldırıları Avrupayı Kutsal Roma Germen imparatorluğundan Lanetli Kaos imparatorluğuna çevirecekti.Verdun anlaşmasından önce ve sonra yaşanan iç çekişmeler krallıkların merkezi otoritesini ve gücünü iyice zayıflatmıştı. Senyör ve vassallar bu dönemde krallarına itaat etmekten vazgeçip kendi hesaplarına çalışan yerel siyasal otoriteler oldular. Tebaalarının kaderini belirleyen tek şey, beylerinin keyfi ve vicdanıydı.

Bu karanlık dönemde Ayakta kalan tek organizasyon kiliseydi. Beylerin bir zaman kraldan aldıkları fiefleri veraset intikal mevzuuna bahis haline getirdiğinde tebaası olan köylü ve esnafın sığınacak limanı olmuştu.

Taş, kil, tezek ve samandan müteşekkil bir-iki mertekle desteklenmiş inden veya hemen yanı başındaki hayvan ağılından pek bir farkı olmayan soluk almaya yetip yetmeyeceği şüpheli oyuğunun/penceresinin, kasaba papazının bahsettiği türlü türlü koncolos, öcü gibi kör olasıca tek gözlü şeytanın uşağının içeri girmesine müsaade etmeyecek olmasından ötürü önce Tanrıya sonra çiftçi kocasının sağlığına dua eden, çamur deryasındaki küçük bir adacığı andıran köyünden dışarı çıkmamış Avrupalı kadının yaşamak ve çalışmak için tek umudu ve güvencesi çamurun ortasında ışıl ışıl parlayan kilise değilse ne olabilirdi ki. Zaman zaman aristokratları köylülerin yaşam ve mallarına saygı duymaları için baskı bile yapan yine kiliselerdi. Günahlarının affedilmesini, akıllı olanlarını tedrisattan geçirerek aydınlatanlar yine Göksel Krallığın hizmetkarlarıydı.

Avrupa barbarların akınıyla parça parça olmuşken, kilise bilim, sanat ve teolojiyle meşguldü. İmparatorluğun bölünmesi ve akabinde en büyük idari birim olarak derebeyliklere kadar ayrıştığında da kilise ağı ve sistemi hala ayaktaydı. Çamur ve veba deryasından müteşekkil Avrupa’da yaşam devam ettiği kurtarılmış siyasal adacıklar olan kilise feodal beylikler Avrupa’nın geleceği için bir umut olarak varlığını Avrupa’nın bu karanlık çağında uzunca bir müddet sürdürmeye devam etti. Fakat kilise ve feodal beyler arasında sürtüşmeler oluyordu.

Özellikle kilisenin gelirleriyle ilgili sürtüşmelerin ağırlıkta olduğu çatışmalar ağırlıktaydı. Haraç almak iktidar olmanın göstergesi ve belirtisiydi, amacı her ne olursa olsun.

Kilisenin yaşamı ve bilimi himayesi altına alması neticesinde geliştirdiği toplum mühendisliği kendi felsefe ve anlayışını da beraberinde getirmişti. Kilise yarattığı sistemin müdafaası ve devamlılığı için kendi skolâstiğini de yaratmıştı. Bilim ve felsefe insanı “Agape[VIII]”ye ulaştırmalıydı. Agustinus’un "Anlamak için inanıyorum" bu felsefenin özetiydi. İman konularının bilim ve felsefeyle temellendirilmesi, tabiatı itibarıyla ilerlemeyi hedefleyen bilim ve felsefenin bir şerit ve dönemde sıkışıp durağan hale gelmesine neden oldu. Bu yaklaşım ön kabullerle (dogma) üretilen düşünceye yeni kavramların, yaklaşım ve yöntemlerin eklenmesinin önüne geçti.Bu statükocu durum Johannes Duns Scotus gibi fransisken tarikatına mensup filozofların skolâstik felsefenin karşısına Nominalizm’le[IX] çıkmasına neden olmuştur. Nominalizm, Scotus’un halefi Ockhamlı William’ın usturasını bileylemiş, Ockhamlı da usturasını papalığın boğazına dayamıştır.[X] Papalığın mutlak egemenliğine karşı çıkan Nominalizm hareketi ise Protestanlığın doğuşuna yol açmıştır. Evvelden beri toplumu “laici et clerici”[XI] diye ayıran kilise artık yol ayrımına gelmiş, laici’nin, clerici’nin tahakkümüne boyun eğmeyeceğinin farkına varmıştı. Toplumu tanımlama ve yetisinin elinden alınıyor olması kilisenin siyasal gücünü zayıflattığı, gibi halk nezdinde güvenirliğini de sarstı.Organizasyon olarak kilisenin anlayışındaki düalist yaklaşım ve çifte kılıçlar teorisi

Dünyevi (saeculum) iktidar karşısında kilisenin kutsal iradesini de bir siyasal güç olarak var olmasını sağlarken, aynı düalizm nominalizm olarak, kanatları altına aldığı felsefe, bilim, sanat, ekonomi ve en önemlisi siyasal otoriteyi azad etmesi için baskı kuruyordu. Kiliseye bağlı olmak insanı tanımlayıcı pozitif değer iken artık seküler olmak tanımlayıcı olmuştu.

Protestanlığın gelişimi ulusal kiliselerin kurulmasını, krallıkların tekrar güçlenmesini sağladı.Çünkü papalık artık vazgeçilmez siyasal meşruiyet mikyas aracı değildi. Siyasal ve sosyal yaşam inşa edilirken dogmadan ziyade nedensellik ve akılcılık etkinleşiyordu. Seküler bir devlet anlayışı ve ekonomik yapı burjuvazinin de desteğiyle filizleniyordu. Seküler yaşamın en hızlı etkileşimde bulunduğu alan ekonomiydi. Ulusal kiliselerinde destek aldığı taban yine burjuvaydı.Yeni bir etik anlayışı Avrupa’da hızla yayılıyordu..Fakat etik kavram olarak dinden yada herhangi bir iman esasından ayrı var olamayacağından kendini laiklik ve sekülerlikle anlamlı hale getiriyordu. Papalığın dogmalarından bağımsız, deneysel ve akılcı bir yorum olan rasyonalizm insanlara yeni bir var oluş ve ifade alanı sunarak siyasal, ekonomik ve soysal bir serbesti sağlıyordu. Böylelikle laiklik ilke olarak yeni Avrupa medeniyetinde varlık bulmuş oluyordu.

Dünya ve alem felsefesinden anlayan, bilge sayılmaz;

Bilge ona derler ki bilmesin hiç, dünyadakiler ve dünya nedir!

Ey Fuzuli! Ah ve feryatların incitmekte âlemi;

Eğer aşk belası ile başın hoşsa, o zaman bu dava nedir?[XII]



[I] Güneş Gazetesi Çağdaş Bilim Ansiklopedisi; Baskı yılı: kuvvetle muhtemel 80’lerin ilk çeyreği. Ayrıca belirtmek gerekir ki bu uygulama bir Germen adetiyken Magnus tarafından imparatorluk geneline yayılmış, kurduğu senyörler-vassallar-markagraflar sistemini bir ölçüde resmileştirilmişti

[II] Y.n. Charlemagne

[III] Pagan Avrupanın pek çok eski adetini bırakamadığı ve bunun için pek çok kere poligamiden ötürü Tanrının günahlarını affetmesi için Carolus’a münhasır bagışlanma törenleri düzenlendiği bilgisi ışığında gayri meşru çocuklarının sayısını kendisinin bile bilmediğini belirtmekte fayda var.

[IV] “Bırak da Ağlayayım” George Frideric Handel’e ait Rinaldo operasından bir arya. Anlamı:

Bırak da ağlayayım talihsiz kaderime,

Ve şu, özgülügüme hasretim,

Bırak da ağlayayım talihsiz kaderime,

Hasretim, şu ,özgürlüğüme hasretim

[V] Oxford, Paris, Sorbonne

[VI] “Tanrı barışı” ve “kentin koruyucusu”

[VII] M.s. 843

[VIII] Skolastik felsefede Tanrı için duyulan sevgi.

[IX] J.S. Scotus Nominalizmin öncüsüdür. Ayrıca bkz: Gökberk, Macit,Felsefe Tarihi,Remzi Kitapevi, 10. basım, 1999 İstanbul

[X]Ockham'ın Usturası: "Entia non sunt multiplicanda praeter necessitatem" zorunlu olmadıkça varlıkları çoğaltmamak gerekir

[XI] “Laik ve rahip”

[XII] Fuzûlî,Leyla ve Mecnun,Mecnunu dilinden


[Çalışmanın devamı için: siraceddin_illuminated@hotmail.com ]

Ve Yine Kar Yağıyordu





Ve Yine Kar Yağıyordu






Sokrates'ten akıllı olmadığımı kesinlikle biliyorum. Amacım ukalaıklta değil. Çocukken okudğum kitaplarda yer alan bilgilerin çoğunu; "yav ben bunları biliyorum" derdim. Biliyordum ama anlamamıştım. Yıllar sonra büyülü bir kavuşma anın yüklendiği hayret ve sevinci aratmayacak emsalde, biliyorum dediklerimle buz gibi hakikat şeklinde karşılaşınca anlamanın, arifliğin nasıl bir şey olduğunu insan fark ediyor. Sokrates'e karşı olan mahcubiyetim de bu sebepten.Affet beni sokrates.

Doğarken yalnız doğdum; ölürlken de yalnız öleceğim. Bildiğim, anladığım, hatta traş olurken yüzümü kesen jiletten daha sahici şekilde hissettiğim yegane şey diyebilirim. Jiletin samimiyeti bu gerçeğin yanında ipekten buse olur. Atalarım dünyaya gelen her ferdi ilk soluk aldığı mevsimin orta yerinde, dünyaya geldiği mevsimle başbaşa bırakırmış. Annesini kucağı yerine karın, çayırın, güneşin, gazelin kucağına bırakırmış ki geldiği dünyayı doğduğu anda görsün, tanısın. Çünkü yalnız olacak, ömrü boyunca. Diğer insanları tanısa da uzun sürmeyecek. Ya onlar ölecek, ya kendisi ölecek. Doğduğu dünyayı iyi bilsin, soğunu sıcağını görsün, en savunmasız anında yüz yüze kaldığı dünyaya alışsın ki güçlendiğinde yine onunla baş edeceği zaman, en güçsüz haldeyken ögrendiği dünyayala mücade ederken, tek destiğinin kendisi olduğunu anlasın. Onu gönderenin, kendinden ve gönderenden başka kimseden medet ummaması gerektiği anlamış olsun diye. Çünkü ölürken de yalnız olacak. Alışsın ki ölümden korkmasın. Birlikteliğin cesaretine alışıp zayıflamasın bünyesi.


Arjantin falkland adalarını işgal etmişti. Kanada konfederasyonu kanda federasyonuna dönüşmüştü. M.J. Thriller'i çıkartmıştı. Ay parçası Jessica Biel doğmuştu. Banker skandalı patlak vermişti. 2 Asala üyesi tereörist Ankara Esenboğa hava limanında sihalı eylem yapmış 8 kişiyi öldürmüştü. 82 anayasası halk oylamasına sunulmuştu....

İstanbul'a kar yağıyordu ve soğuktu. Balkanlardan gelen soğuk hava akımının marifetiylemiydi bilmiyorum. Ama o sene kış çok sertmiş.benim bildiğim, Kar o gece çok güzel yağıyordu. Rüzgğar batıdan doğuya doğru esiyordu. Doğuyla arasında sadece bir duvar vardı. Ben doğarken o duvar çoktan çürümüştü. Doğarken ilk nefesim dondurucu soğuktan bir soluk olmuştu. Emeklemeye, konuşmaya falan çalşırken, Glastnos prestroyka almış başını gitmişti. Yıldız savaşları projesinin startı çoktan verilmişti. Pkk cinayetlerine başlamıştı. Kocaman bir arı ülkeyi petek petek işlemeye başlamış, yeni dünya düzeni dalgasını akıntısına teslim etmeye başlamıştı. Az önce otobüslerin yakıldığı, sloğanların kaakfoni olduğu, bir çeşit ideolojik fannatizmin cirit attğı caddeler sokaklar ; parkalı, bıyıklı gençlerden arındırılmış, bankerlerin liboşların köşe kapmaca oynadığı birer gül bahçesine dönüşmüştü. Kardeşim dünyaya gelmişti. Sünnet de olmuştum. Her cumartesi sabah saat 10:00'da voltran vardı.

Okumayı sökmüştüm. İlk mektepte 2. yada 3. sınıftaydım, herhal. Küçük bir deftere gazetelerden haberler yazılar kesip yapıştırımaya başlamıştım.Hala cin ali resimleri çiziyordum. Küt saçlı bir kızla arkadaştık(en azından eskiden öyle denirdi). TRT de "devrim, özgürlük" gibi kelimelere yasak getirilmişti. SSCB Afganistandan çekiliyordu. Özala süikast düzenlenmişti. Suikastçının silahını ateşledikten sonra yerde yuvarlanarak yaptığı o anlamsız hareketi hiç unutamamıştım..."Barış Manço Moda 81300 İstanbul" gitmediğim ama ezberlediğim bir adres olmuştu. Tiananmen Meydanı kızıla boyanmıştı. Kabak kafalı bir adam coşkuyla o çürük duvarın dibinde elinde kocaman bir enginara benzettiğim mikrofonuyla duvarın yıkılmasından bahsediyordu. Bu sivil insiyatifti, demir perde diyordu ama basbayağı tuğladan bir duvardı. O zamanlar kadife devrim diye bir şey yoktu.


Yeltsin Tankların nüstüne çıkıp o bildirisni okumuştu. Çöl Fırtınası Operasyonu başlamıştı. O zamanlar pek sallamadığım üniversitelere 25 tane daha eklenmişti. Tutsiler Hutuları öldürmeye başlamıştı. Pkk, Bosna , Somali derken küçük defterimin önce ebatları büyüdü, sonra sayfa sayısı arttı. Ama artık eskisi gibi deftere bakamaz oldum. Ölüm, katliam, yolsuzluk, terör derken defterler ağır gelmeye başladı. Daha çok kitaplarımla başbaşa kalır oldmuştum. Oynadığım tek oyun salı günleri pazarda sabah 6:00'da tezgah kurmak olmuştu. Gümrük Birliği iyi birşey değildi anlaşılan.


Arabayı sattık. Artık boru keleçpesi yapmakta ustalaşmıştım.Demirleri delerken kullandığım matkabı sabitlemek için yaylı bir düzenek bile tasrlamıştım.Ben içerde yeni oyunlar öğrenirken, yeni oyuncaklar yaparken, bahçede bir şeyler oluyordu. Hiç birşey anlamaıştım. Tanklar, tartaklanan bir muhabir,istifa eden bir hükümet vardı; ve yine kar yağıyordu.


Haber defterim iyice kalın, çirkin bir hal almıştı. Yeni haberer eklemek için bile açamaz olmuştum. En sonuda kararımı verdim; kıvrak fiğürlerle şehvetli bir dans yapan ateş dilerine kurban ettim, defterimi. Artık tadı, tuzu kalmamıştı. Zaten kafam karışıktı, aslında hep karışıktı ya... Çekip gitmeli buralardan, insansız topraklara yerleşeliydim. İnsan yoksa problemde yoktu. Huzura ulaşıp, manevi dinginliğe erecektim. Ama olmadı.

Dışarıda ne olursa olsun bahçeye çıkmalı, olan biteli iyece görmeye çalışmaşıydım. Huzursuz, karışık olan bahçe değil bendim. İnsan nereye giderse gitsin her yerde göreceği aynı şeydi. Hem o sözü Stalin'de söylemişti.

Buzdan mezarı Sibirya'da kursam da aslında ben onu bahçeye çıkmadan çok önce kurmuştum. Buzdan taht kalbimde ve beynimdeydi. Halbuki onu inşa etmeye Sibirya'ya gittiğimi sanıyordum. Ne tahtımda ne mezarımda huzuru bulamayınca anladım. Orada da yalnızdım, burada da yalnızdım. Aradığım hep yanımda olandı. Her şeyi görüyordum. Çinlierin dediği gibi: " Göz herşeyi görürde kendini göremez."


Artık görmeye başladım. Daha bir şeyler öğrenemedim ama en azından artık bakmıyorum. Affet be Sokrates, affet be gülüm, hiç de öyle değilmiş.

White Rabbit