
Defensor Civitas
“Aç ve çıplak olduğuma herkes şahit. Bu nedenle efendim merhametinize sığındım ve ailecenap efendim beni himayenize aldınız. Yaşamımı sürdürebilmem için bana yaptığınız bu yardımlar karşılığında ben de size bağlılığımı ve hizmetlerimi sunacağıma yemin ederim…
Özgür bir insan olarak yaşadığım sürece size sadakatla hizmet edeceğim. Size karşı olan bu görevimden hiçbir zaman ayrılmayacağım, yaşamımın geri kalan günlerimi sizin emrinizde
ve himayenizde geçireceğim.”
Kral Carolus Magnus önünde diz çökmüş zadeğanın yemini sabırla dinlerken gözlerini gözlerine dikmişti. Sağında halefi olacak iki oğlu, solunda ise Papa III. Leon’u temsilen bir kardinal ve şehrin piskoposu vardı. Piskopos vassal yeminini dinlerken hafifçe gülümsedi; o önce tanrıya sonra papaya yemin etmişti. Diğer zadeğanlar da taht odasında hazır bulunuyordu. Vassal yeminin bitmesine müteakip Magnus misliyle mukabelede bulunup Güney Fransia’da bir tımar ihsan etti. Törenden sonra herkes Magnus’un önderliğinde teşrifat salonuna gittiler.
Herkes ziyafet sofrasında kendine ayrılan yerlerin başında kralın sandalyesine oturmasını sabırsızlıkla bekliyordu. Masada prenslerin avladığı yaban domuzu kralın gözde aşçılarının sır gibi sakladığı bir yöntemle kızartılmış, kralın görkemine yaraşır vaziyette servis edilmişti.Yaban domuzuna av esnasında yakalanan ama hesapta olmayan ördek ve tavşanda eşlik ediyordu. Kurumuş gırtlakları ıslatması için Fransia’nın güneyinden gelen şaraplar kadehlere, hafiften köpürmesine rağmen, akıtılıyordu. Kral hiçbir masraftan çekinmemişti.
Masadakiler onun için çok önemliydi. Hatta papadan bile önemliydi. Batıda Endülüslü Araplarla doğuda Avarlarla savaşıyordu. Roma’dan bu yana tükenmeyen bir hırsla Galya’nın Frankların ve Lombardların başını ağrıtan kuzeyli barbarlar da başında ki sorunları daha da içinden çıkılmaz bir hale sokuyordu. Askeri gücün ve ekonomik devamlılığın dişlileriydi, vassallar.
Tam bir ay önce Papa III. Leon’la San Pietro Bazilikasında yaptığı anlaşma kurtarıcısı olmuştu. Papa onu Kutsal Roma Cermen imparatoru ilan ederek; Avrupa’nın dört bir yanındaki kiliselerde imparatorluğun kutlandığı, adına ayinler düzenlemişti. Böylelikle dağınık vaziyetteki pek çok prenslik emrine girecek, imparatorluğuna katılmayı raddenler ise “Göksel Krallığın” buyruğunun hizmetkarlarının baskısına dayanamayacaktı. Papa bunu karşılığında ondan yalnızca Avrupa’nın çeşitli yerlerinde okullar açmak ve bunların finansmanı için kiliselerin para toplamsına; gelir getirici yeni mülkler elde etmesine karışmayacaktı. Carolus Magnus için bulunmaz bir fırsattı bu. Roma Kuzeyli barbarları durduramayınca papazları yollamıştı. O hem imparator oluyordu hemde papaz ordularıyla kuzeyli barbarları durduruyordu.Eğer batıdaki Arapları ve Doğudaki Türkleri hallederse Jerüsalem’e bir sefer bile yapabilirdi.Orada kubbeleri som altından tapınaklar vardı, evlerin damları gümüştendi. atların eğerleri bile zümrütlerle süslüydü. Onunsa som altın olan tek şeyi şarap çanağıydı.
Lascia Ch'io Pianga
Lascia ch'io pianga la cruda sorte,
E che sospiri la libertà!
E che sospiri, e che sospiri la libertà!
Lascia ch'io pianga la cruda sorte,.
Carolus Magnus’un ölümünden tam iki yüz seksen yıl sonra Jerusalem hayallerini; miras alan torunları gerçekleştirdi. Endülüslü Arapları ve Türkleri durdurmayı başaramadı ama kuzeyli barbarları bir ölçüde durdurmayı başarmıştı. III. Leon ise yaptığı anlaşma ile Avrupa’nın tamamına yayılmış bir kilise ağı oluşturmuştu. Artık Avrupalı insanın yaşamında başat faktör olmuştu. Doğumdan sonra kilisede vaftiz edilmek, kilisenin defterine kayıtlı olmak sosyal yaşam için vaz geçilemez bir referans; soysal kabulün ön koşuluydu. Vaftiz edilmemişler ticaret yapamazdı, evlenemezdi, kiliseye ayinlerine katılamazdı. Vaftiz edilenlerin kiliseye vaftiz adı ve gerçek adı ile kayıt altına alınarak var oluşu tescillenirdi. Papazlar manastır keşişlerinin parmaksız eldivenleriyle yazma eserleri ince ince süslemeleri gibi Avrupa’yı dantel gibi işliyordu.
Kilise mülküne ait arazilerin gelirleri, bu arazilerde yaşayanlardan alınan vergiler yeni kilise ve manastırların kurulmasını sağlıyordu. Halkın kilisenin belirlediği sosyal standartlar çerçevesinde siyasal sosyalleşmesini hızlandırmak için Roma döneminde ilk defa kurulmuş temel seviye eğitim verilen okulların tekrar açılması ve yaygınlaşması bu dönemde başlamıştı. Kilise organizasyonu haçlı seferlerinden itibaren eğitim mefhumunu doğudaki kaliteli eğitim kurumlarına öykünerek bu günde hala varlığını sürdüren dönem itibarıyla zengin seçkinlere hitap eden üniversiteleri de kurmaya muvaffak olmuştu. Hukuk ve tıp alanındaki tekeli kiliselere yeni “mission”lar yükledi.X.-XI y.y.larda bu misyonlarını “Pax eccelesiae” ve “defensor civitas” olarak tanımlayacak, siyasal gücünü kralı gölgede bırakacak seviyeye yükseltmiş olacaktı. Bu aşırı güçten rahatsız olanlar XI-XII. yüzyıllarda homurdanmaya başlamıştı.
Kutsal Roma Germen İmparatorluğunun Avrupada sağladığı adalet ve huzur oramı Corolus’un ölümünden kısa bir süre sonra, Verdun antlaşmasıile son bulacaktı. İmparatoluk 3 krallığa ve pek çok prensliğe, kontluğa bölünecekti. Akabinde Avrupaya akın eden kuzeyli barbarların saldırıları Avrupayı Kutsal Roma Germen imparatorluğundan Lanetli Kaos imparatorluğuna çevirecekti.Verdun anlaşmasından önce ve sonra yaşanan iç çekişmeler krallıkların merkezi otoritesini ve gücünü iyice zayıflatmıştı. Senyör ve vassallar bu dönemde krallarına itaat etmekten vazgeçip kendi hesaplarına çalışan yerel siyasal otoriteler oldular. Tebaalarının kaderini belirleyen tek şey, beylerinin keyfi ve vicdanıydı.
Bu karanlık dönemde Ayakta kalan tek organizasyon kiliseydi. Beylerin bir zaman kraldan aldıkları fiefleri veraset intikal mevzuuna bahis haline getirdiğinde tebaası olan köylü ve esnafın sığınacak limanı olmuştu.
Taş, kil, tezek ve samandan müteşekkil bir-iki mertekle desteklenmiş inden veya hemen yanı başındaki hayvan ağılından pek bir farkı olmayan soluk almaya yetip yetmeyeceği şüpheli oyuğunun/penceresinin, kasaba papazının bahsettiği türlü türlü koncolos, öcü gibi kör olasıca tek gözlü şeytanın uşağının içeri girmesine müsaade etmeyecek olmasından ötürü önce Tanrıya sonra çiftçi kocasının sağlığına dua eden, çamur deryasındaki küçük bir adacığı andıran köyünden dışarı çıkmamış Avrupalı kadının yaşamak ve çalışmak için tek umudu ve güvencesi çamurun ortasında ışıl ışıl parlayan kilise değilse ne olabilirdi ki. Zaman zaman aristokratları köylülerin yaşam ve mallarına saygı duymaları için baskı bile yapan yine kiliselerdi. Günahlarının affedilmesini, akıllı olanlarını tedrisattan geçirerek aydınlatanlar yine Göksel Krallığın hizmetkarlarıydı.
Avrupa barbarların akınıyla parça parça olmuşken, kilise bilim, sanat ve teolojiyle meşguldü. İmparatorluğun bölünmesi ve akabinde en büyük idari birim olarak derebeyliklere kadar ayrıştığında da kilise ağı ve sistemi hala ayaktaydı. Çamur ve veba deryasından müteşekkil Avrupa’da yaşam devam ettiği kurtarılmış siyasal adacıklar olan kilise feodal beylikler Avrupa’nın geleceği için bir umut olarak varlığını Avrupa’nın bu karanlık çağında uzunca bir müddet sürdürmeye devam etti. Fakat kilise ve feodal beyler arasında sürtüşmeler oluyordu.
Özellikle kilisenin gelirleriyle ilgili sürtüşmelerin ağırlıkta olduğu çatışmalar ağırlıktaydı. Haraç almak iktidar olmanın göstergesi ve belirtisiydi, amacı her ne olursa olsun.
Kilisenin yaşamı ve bilimi himayesi altına alması neticesinde geliştirdiği toplum mühendisliği kendi felsefe ve anlayışını da beraberinde getirmişti. Kilise yarattığı sistemin müdafaası ve devamlılığı için kendi skolâstiğini de yaratmıştı. Bilim ve felsefe insanı “Agape”ye ulaştırmalıydı. Agustinus’un "Anlamak için inanıyorum" bu felsefenin özetiydi. İman konularının bilim ve felsefeyle temellendirilmesi, tabiatı itibarıyla ilerlemeyi hedefleyen bilim ve felsefenin bir şerit ve dönemde sıkışıp durağan hale gelmesine neden oldu. Bu yaklaşım ön kabullerle (dogma) üretilen düşünceye yeni kavramların, yaklaşım ve yöntemlerin eklenmesinin önüne geçti.Bu statükocu durum Johannes Duns Scotus gibi fransisken tarikatına mensup filozofların skolâstik felsefenin karşısına Nominalizm’le çıkmasına neden olmuştur. Nominalizm, Scotus’un halefi Ockhamlı William’ın usturasını bileylemiş, Ockhamlı da usturasını papalığın boğazına dayamıştır. Papalığın mutlak egemenliğine karşı çıkan Nominalizm hareketi ise Protestanlığın doğuşuna yol açmıştır. Evvelden beri toplumu “laici et clerici” diye ayıran kilise artık yol ayrımına gelmiş, laici’nin, clerici’nin tahakkümüne boyun eğmeyeceğinin farkına varmıştı. Toplumu tanımlama ve yetisinin elinden alınıyor olması kilisenin siyasal gücünü zayıflattığı, gibi halk nezdinde güvenirliğini de sarstı.Organizasyon olarak kilisenin anlayışındaki düalist yaklaşım ve çifte kılıçlar teorisi
Dünyevi (saeculum) iktidar karşısında kilisenin kutsal iradesini de bir siyasal güç olarak var olmasını sağlarken, aynı düalizm nominalizm olarak, kanatları altına aldığı felsefe, bilim, sanat, ekonomi ve en önemlisi siyasal otoriteyi azad etmesi için baskı kuruyordu. Kiliseye bağlı olmak insanı tanımlayıcı pozitif değer iken artık seküler olmak tanımlayıcı olmuştu.
Protestanlığın gelişimi ulusal kiliselerin kurulmasını, krallıkların tekrar güçlenmesini sağladı.Çünkü papalık artık vazgeçilmez siyasal meşruiyet mikyas aracı değildi. Siyasal ve sosyal yaşam inşa edilirken dogmadan ziyade nedensellik ve akılcılık etkinleşiyordu. Seküler bir devlet anlayışı ve ekonomik yapı burjuvazinin de desteğiyle filizleniyordu. Seküler yaşamın en hızlı etkileşimde bulunduğu alan ekonomiydi. Ulusal kiliselerinde destek aldığı taban yine burjuvaydı.Yeni bir etik anlayışı Avrupa’da hızla yayılıyordu..Fakat etik kavram olarak dinden yada herhangi bir iman esasından ayrı var olamayacağından kendini laiklik ve sekülerlikle anlamlı hale getiriyordu. Papalığın dogmalarından bağımsız, deneysel ve akılcı bir yorum olan rasyonalizm insanlara yeni bir var oluş ve ifade alanı sunarak siyasal, ekonomik ve soysal bir serbesti sağlıyordu. Böylelikle laiklik ilke olarak yeni Avrupa medeniyetinde varlık bulmuş oluyordu.
Dünya ve alem felsefesinden anlayan, bilge sayılmaz;
Bilge ona derler ki bilmesin hiç, dünyadakiler ve dünya nedir!
Ey Fuzuli! Ah ve feryatların incitmekte âlemi;
Eğer aşk belası ile başın hoşsa, o zaman bu dava nedir?