
Havalar güzel oldugunda iklimin nispeten daha yumuşak olduğu ovalarda konaklayan Türk klanlarına uğrarım. İkramettikleri yeşil çay ve muhabbetleriyle neşeli bir sohbet, buz çölünde ki hatta dünyadaki en insalcıl ve samimi hisleri yaşatır, bana. Gene böyle bir sıcak gecede tanıdığım Tarik Tevarih dedenin anlattığı ilginç bir hikayeyi sizlerle payşalmak istiyorum. Aradan epey zaman geçti, stalin döneminden önce moskova devlet üniversitesinde siyasi tarih tarih dersi vermiş olan Tarik dedenin hikayesini hatırladıgım kadrıyla anlatacağım:
Leviathan ya da Bir Canavarın Doğuşu
Dışarıda rüzğarın türküsüne eşlik eden gök gözlü kurtlar vardı. Tarik dede susunca herkes bu türküye kalbiyle eşlik edercesine kendilerine düşen esleri okudu. Çayından bir yudum alıp Kurtalardan bahsetmeye başlamıştı ki; çakal seseleriyle irkildi. Nur yüzü gölgelendi. Belki yurt severlerin büyük savaşıyla ilgili acı bir hatıra geldi aklına.
"Korkmayın dışarıdakinden, onlar ne kadar kötü anılsa da onlardan daha korkuncu var" dedi, kürsüde ders anlatan bir bilim adamı edasıyla. Niye bu ıssız buz çülüne yaşamaya gelmiştir, bilemem . Lakin artık buraların Tarik dedesi. Ve şöyle devam etti:
"İngilternin soguk ve ürkütücü kırmızı tuğlalı büyük bir evinin karanlığında, kokudan tir tir titreyen hastalıklı bir kalb yorganın altında sabahın olmasını beklerken duyduğu her sesin, her an emrinde açlıktan ve hastalıktan ölen sefil işçilerin ruhlarının ifrite dönüşmüş hallerinin onu boğmaya yaklaşırken, sürükledikleri zincirlerinin döşemeden çıkarttığı sesler sanıyordu. Servet düşmanı sefillerin mülküne saldırmalarını engellemek için bir şeyler yapmalıydı.Yanlış giden bir şeyler vardı. Bu onun ahlaksızlığı degil, sefillerin açgözlülüğüydü.
Korkudan aklını kaçıracağı bir anda, aklının izbe bir kovuğundan onun homurtusunu duydu. İlk başta ürkütücü geldi, yırtıcı bir hayvan gibydi . Ama sanki itaatkar bir hayvanın sahibni arayışıydı. Anlamıştı bu sefil gürühü alt etmenin yolu daha güçlü bir hayvandı. Adı şimşek gibi yaşlı beyninde çakmıştı, Hobbes'un. Leviathan! Artık onu uyandırmaya başlayabilirdi...
Uzunca bir müddet malikanesinden dışarı çıkmadı, ihtiyar. Aradan geçen zamanla yaşlı bay Hobbes gerekli tertibatı ve düzeneği kurdu, teorisindeki gibi ihtiyaç duydugu enerjiyi de yıldırımdan elde edecekti. Lazım olan organları yine işçilerden alcaktı. İşçiler yavaş yavaş, sebepepsiz yere ortadan kaybolurken ,Hobbes'un planı hızla ilerliyordu...
Leviathan ya da Bir Canavarın Doğuşu
Dışarıda rüzğarın türküsüne eşlik eden gök gözlü kurtlar vardı. Tarik dede susunca herkes bu türküye kalbiyle eşlik edercesine kendilerine düşen esleri okudu. Çayından bir yudum alıp Kurtalardan bahsetmeye başlamıştı ki; çakal seseleriyle irkildi. Nur yüzü gölgelendi. Belki yurt severlerin büyük savaşıyla ilgili acı bir hatıra geldi aklına.
"Korkmayın dışarıdakinden, onlar ne kadar kötü anılsa da onlardan daha korkuncu var" dedi, kürsüde ders anlatan bir bilim adamı edasıyla. Niye bu ıssız buz çülüne yaşamaya gelmiştir, bilemem . Lakin artık buraların Tarik dedesi. Ve şöyle devam etti:
"İngilternin soguk ve ürkütücü kırmızı tuğlalı büyük bir evinin karanlığında, kokudan tir tir titreyen hastalıklı bir kalb yorganın altında sabahın olmasını beklerken duyduğu her sesin, her an emrinde açlıktan ve hastalıktan ölen sefil işçilerin ruhlarının ifrite dönüşmüş hallerinin onu boğmaya yaklaşırken, sürükledikleri zincirlerinin döşemeden çıkarttığı sesler sanıyordu. Servet düşmanı sefillerin mülküne saldırmalarını engellemek için bir şeyler yapmalıydı.Yanlış giden bir şeyler vardı. Bu onun ahlaksızlığı degil, sefillerin açgözlülüğüydü.
Korkudan aklını kaçıracağı bir anda, aklının izbe bir kovuğundan onun homurtusunu duydu. İlk başta ürkütücü geldi, yırtıcı bir hayvan gibydi . Ama sanki itaatkar bir hayvanın sahibni arayışıydı. Anlamıştı bu sefil gürühü alt etmenin yolu daha güçlü bir hayvandı. Adı şimşek gibi yaşlı beyninde çakmıştı, Hobbes'un. Leviathan! Artık onu uyandırmaya başlayabilirdi...
Uzunca bir müddet malikanesinden dışarı çıkmadı, ihtiyar. Aradan geçen zamanla yaşlı bay Hobbes gerekli tertibatı ve düzeneği kurdu, teorisindeki gibi ihtiyaç duydugu enerjiyi de yıldırımdan elde edecekti. Lazım olan organları yine işçilerden alcaktı. İşçiler yavaş yavaş, sebepepsiz yere ortadan kaybolurken ,Hobbes'un planı hızla ilerliyordu...
Yaşlı Hobbes'un bu garip işleri ilerlerken, kasabalılar kaybolan işçi ve köylülerin akibetinin ne olduğu sorusuna yanıt ararken, yaşlı Hobbes Leviathanın homurtularından başka homurtular duymaya başlamıştı.
Kasabada cahil köylüleri ve sefil işçileri Hobbes'un canavarının uyanmasını engellemeye çalışan, aynı zamanda köyün mezarcısı olan genç Marx uyarıyordu. En az ihtiyar kadar amaçları için çaba gösteren Marx, köylüler tarafından Hobbes kadar sevilmeyen biri idi. Sevimsiz ve meşum bir tipti. Ama söyledikleri doğru gibiydi.
Yaşlı Hobbes, Marx'ı tanısa aslında korkması gerekenin, sefiller degil Marx olduğunu anlardı. Çünkü en az kendisi kadar içten pazarlıklı ve açgözlüydü, mezarcı.
Mezarcı kasabanın meydanında toplanıp canavardan ve onun vahşetinden bahs eden bir nutuk attı. Meydanda ki saf tutmuş saflar ellerindeki meşalelerin üstünde şeytanın dili gibi raks eden ateşe aldırmadan dirgen ve yabalarla Hobbes'un kırmızı tuğlalı malikanesine dogru ilerlediler. Ay bu dehşet verici vakayı, teatral bir provaymışçasına bulutların arkasında sakince seyrediyordu. Belkide oyunun sonunu bildiğindendi.
Kırmızı tuğlalı malikanenin dış avlusundaki agır kapıyı yıkan kalbalık, gürültüyle Hobbes'un malikanesini ana kapısını da kırıp eşsiz tablolar ve ipek iran halıları karşısındaki şaşkınlıklarını atamadan üst katlardan gelen korkunç bögürtüyle irkildi. Olan olmuştu, canavar artık uyanmıştı. Korku ve karaksızlıkla donup kaldıkları bir dakika içerisinde canavarın homurtuları ve yaşlı Hobbes'un çılgın kahkahaları birbirine karışmıştı. Yukarıya doğru titireyen bacaklarla yönelirken Marx alıcı kuşlar gibi savaş naraları atıyor, Leviathan'ın yok edilmesi gerektiğini söylüyordu. Kalabalık lanetli odanın açık kapısına geldiğinde, ellerindeki meşalelerin ışığı Leviathan'ın yüzünde uğursuzlukalrı haber verircesine bir dramaya ışık tutuyordu. Kalabalık Leviathan'ı delmek için dirgenlerini, yakmak için ise meşalelerini kullanıyordu. Leviathan ise elleriyle köylüleri hallaç pamuğu gibi bir sağa bir sola fırlatıyordu. Yaşlı Hobbes Leviathanın savurduğu maundan yapılma çalışma masasının altında kalarak acı ile korkunç mazarayı seyrederken son nefeslerini vermek üzereydi. Bu vaveylada meşaleler yerdeki ipek iran halılarını, sonrada ingiliz sateninden yapılma agır kırmızı perdelere sıcak renkler kattı. İçeridekiler vaziyetin farkına vardığında artık çok geçti. Arsızca ahşap ve kumaşın üstünde dans eden ateş dilleri tarafından kuşatılan kalabalık şehvetin kırmızısında kaybolmaya başlamıştı bile.
Ne yaşlı Hobbes, nede mezarcı ve onun yıkım kafilesi sabah güneşin doğuşunu göremedi. Oysa güneş tarihin sonuna kadar doğacaktı. Ateş hırsla kendini tükettiginde ondan geriye ince duman sütünları ve komürleşmiş bedenlerden başka birşey bırakmamıştı. Garip bir savaşın korkunç bir abidesi olmuştu, Hobbes'un kırmızı tuğlalı malikanesinin yerindeki kara enkaz.
Derlerki o şiddet gecesinden bir tek Leviathan yaralı olarak kurtulmuş. O günden bu yanada karanlıkata dolanıp zayıf gödügü insanlara saldırırmış."
Tarik dede yanılmıyorsam hikayenin sonuda şöyle demişti: "İnsan vicdanını bir şeylere emanet ederken, hakemler araken, bilmez ki en büyük hakem onun her hamlesini gözler ve hak ettiği ile muamele eder."