Kabus /Atalet: Arsız tamahkar bir hırsız.


Kabus /Atalet: Arsız tamahkar bir hırsız.


"Neden... Neden...Neden..." Diyerek yatağından fırlamıştı. Uzunca bir süre bu kelimeyi, boş gözlerle, karanlıkta tekrarlamıştı. "Neden" karanlıkta kutsal bir ışıkla parıldayan beyaz bir kuş gibi kanat çırpıyordu. Neden o beyaz kuşun adı değilde, sanki kanatlarının sesi gibiydi. Neden... Neden...Neden...

İmparatorluğun son günün şafağında herkes kan ter içinde yatağından fırlamış, sıtmaya yakalanmışçasına titreyerek o beyaz kuşun beyinlerde uçarken çıkardığı seslerin yankısına eşlik edercesine Neden, neden, neden diye inliyordu. Tehlikeli ve ne olduğu bilinmeyen bir hastalıkmışçasına dalga dalga yayılıyordu.

Ortaçağ avrupasında katolikler gökyüzünde her gece büyük göksel orduların kanlı bir muharebeye tutuştuğuna inanırdı. Şafak sökerken ise bulutların kanlı ışıkları savaşın sona erdiğini haber verirdi. İşte bu kabus gecesinin şafagı göksel savaşın sona ermesinden ziyade yerde başlayacak korkunç savaşın işareti gib kıpkızıl bir güne yol vermişti.

İmparatorlukta göksel savaş bitmeden yayılan hastalığın çaresi aranmaya başlanmıştı. Hekimler tetkilerini yapıp, evropai tabirle consultation eylerken, olası çareler üretmeye çalışıyordu. Yaşlı bilgeler çareyi hikmet yüklü eski irfanlarında arıyor, feylesoflar işi temelden ele alaıp varlık ile yokluk arsındaki dengeyi bulmaya çalışıyordu. Mühendisler çareyi son teknoloji makinaları imparatorlukta üretmeye çalışarak işe başlanacağına inanıyorlardı. Tıbbıye talebeleri ise daha ateşli ve aceleciydi."Geç kalmışlığın aciliyeti" deyip yollara düşmüşlerdi bile. Kısacası herkes harekete geçmişti. Kendi kendine herkes bulunduğu yerden, elinden ne gelirse, gözleri nereye kadar görürse hastalığa derman arıyordu.

Ulu Hakan'da boş durmuyordu. Bir insanın fiziksel ve manevi oalrak yoğunlaşabileceği en üst sınırın kat kat ötesinde enerji sarf ediyordu. Hakan'nın bu kudreti muazzam bir güç teşkil etmiş olacak ki ister istemez çareyi arama yerine ötenazi diye çığlık atanlar için korkutucu oluyordu.

Kanlı şafağın ardından gelen yağmurlu gün bittiğinde, herşey bitmemişti. Hastalık İmparatorlukta korkulduğu gibi bir etki yaratmamıştı. Bir nezle, grip gibydi hastalık. İmparatorluğu dağıtan hastalık olmamaıştı. Lakin neticede imparatorluk dağılmıştı...

Buradan durup bakınca hastalığın değilde hastalık korkusunun imparatorluğu mahvettiği anlaşılıyor. Belkide sevgi... Ama asıl neden, evet asıl neden; işte o neden yüzünden o beyaz kuşun neden hedefine varamadığını, nede imparatorluğun kendisini analayamayacağız...

İmparatorluk'tan geriye kudretli bir varlığın bir zamanlar yeryüzünü her adımıyla titretiğinin emaresi olan eserleri ve değerleri kaldı. Meşhur kütüphanelerinden birinde dolaşırken manzum bir esere rast gelmiştim. Sayfalarını karıştırırken şu ilginç ifadeye rastlamıştım:

"Atalet: Arsız, tamahkar bir hırsız,
Zaman ataletin efendisi ugursuz."

Belkide İmparatorluk hasta değildi , yalnızca zaman herşeyi kemirdiği gibi onuda kemirmiş, atalet elindeki güzel şeyleri çalmıştı. Ve beyaz kuş uçmaya başalmıştı....

O beyaz kuş hala karanlıkta uçuyor. Hala zaman kemiriyor ve atalet çalıyor. Ama bizden değil. Hayır en azında artık bizden çalamıyor. Çalacak birşeyi kalmadığından mı ? Hayır! Artık ışıldayan beyaz kuş alacakaranlığımıza kanat çırparken "Nasıl...Nasıl...Nasıl" sesleri yankılanıyor.

Artık kabuslar görmüyoruz. Başkaları görüyor kabusları. Çok uzakta ve belkide yarın başkaları kabuslarından kan ter içinde uyanıyor olacak.

Ve yine eski bir imparatorluk bilgesi şöyle söylemiş, vakti zamanında:

"Gün döner , hesap döner, çolak hançer böğür deler."

Leviathan ya da Bir Canavarın Doğuşu


Havalar güzel oldugunda iklimin nispeten daha yumuşak olduğu ovalarda konaklayan Türk klanlarına uğrarım. İkramettikleri yeşil çay ve muhabbetleriyle neşeli bir sohbet, buz çölünde ki hatta dünyadaki en insalcıl ve samimi hisleri yaşatır, bana. Gene böyle bir sıcak gecede tanıdığım Tarik Tevarih dedenin anlattığı ilginç bir hikayeyi sizlerle payşalmak istiyorum. Aradan epey zaman geçti, stalin döneminden önce moskova devlet üniversitesinde siyasi tarih tarih dersi vermiş olan Tarik dedenin hikayesini hatırladıgım kadrıyla anlatacağım:

Leviathan ya da Bir Canavarın Doğuşu

Dışarıda rüzğarın türküsüne eşlik eden gök gözlü kurtlar vardı. Tarik dede susunca herkes bu türküye kalbiyle eşlik edercesine kendilerine düşen esleri okudu. Çayından bir yudum alıp Kurtalardan bahsetmeye başlamıştı ki; çakal seseleriyle irkildi. Nur yüzü gölgelendi. Belki yurt severlerin büyük savaşıyla ilgili acı bir hatıra geldi aklına.

"Korkmayın dışarıdakinden, onlar ne kadar kötü anılsa da onlardan daha korkuncu var" dedi, kürsüde ders anlatan bir bilim adamı edasıyla. Niye bu ıssız buz çülüne yaşamaya gelmiştir, bilemem . Lakin artık buraların Tarik dedesi. Ve şöyle devam etti:

"İngilternin soguk ve ürkütücü kırmızı tuğlalı büyük bir evinin karanlığında, kokudan tir tir titreyen hastalıklı bir kalb yorganın altında sabahın olmasını beklerken duyduğu her sesin, her an emrinde açlıktan ve hastalıktan ölen sefil işçilerin ruhlarının ifrite dönüşmüş hallerinin onu boğmaya yaklaşırken, sürükledikleri zincirlerinin döşemeden çıkarttığı sesler sanıyordu. Servet düşmanı sefillerin mülküne saldırmalarını engellemek için bir şeyler yapmalıydı.Yanlış giden bir şeyler vardı. Bu onun ahlaksızlığı degil, sefillerin açgözlülüğüydü.

Korkudan aklını kaçıracağı bir anda, aklının izbe bir kovuğundan onun homurtusunu duydu. İlk başta ürkütücü geldi, yırtıcı bir hayvan gibydi . Ama sanki itaatkar bir hayvanın sahibni arayışıydı. Anlamıştı bu sefil gürühü alt etmenin yolu daha güçlü bir hayvandı. Adı şimşek gibi yaşlı beyninde çakmıştı, Hobbes'un. Leviathan! Artık onu uyandırmaya başlayabilirdi...

Uzunca bir müddet malikanesinden dışarı çıkmadı, ihtiyar. Aradan geçen zamanla yaşlı bay Hobbes gerekli tertibatı ve düzeneği kurdu, teorisindeki gibi ihtiyaç duydugu enerjiyi de yıldırımdan elde edecekti. Lazım olan organları yine işçilerden alcaktı. İşçiler yavaş yavaş, sebepepsiz yere ortadan kaybolurken ,Hobbes'un planı hızla ilerliyordu...


Yaşlı Hobbes'un bu garip işleri ilerlerken, kasabalılar kaybolan işçi ve köylülerin akibetinin ne olduğu sorusuna yanıt ararken, yaşlı Hobbes Leviathanın homurtularından başka homurtular duymaya başlamıştı.

Kasabada cahil köylüleri ve sefil işçileri Hobbes'un canavarının uyanmasını engellemeye çalışan, aynı zamanda köyün mezarcısı olan genç Marx uyarıyordu. En az ihtiyar kadar amaçları için çaba gösteren Marx, köylüler tarafından Hobbes kadar sevilmeyen biri idi. Sevimsiz ve meşum bir tipti. Ama söyledikleri doğru gibiydi.

Yaşlı Hobbes, Marx'ı tanısa aslında korkması gerekenin, sefiller degil Marx olduğunu anlardı. Çünkü en az kendisi kadar içten pazarlıklı ve açgözlüydü, mezarcı.

Mezarcı kasabanın meydanında toplanıp canavardan ve onun vahşetinden bahs eden bir nutuk attı. Meydanda ki saf tutmuş saflar ellerindeki meşalelerin üstünde şeytanın dili gibi raks eden ateşe aldırmadan dirgen ve yabalarla Hobbes'un kırmızı tuğlalı malikanesine dogru ilerlediler. Ay bu dehşet verici vakayı, teatral bir provaymışçasına bulutların arkasında sakince seyrediyordu. Belkide oyunun sonunu bildiğindendi.

Kırmızı tuğlalı malikanenin dış avlusundaki agır kapıyı yıkan kalbalık, gürültüyle Hobbes'un malikanesini ana kapısını da kırıp eşsiz tablolar ve ipek iran halıları karşısındaki şaşkınlıklarını atamadan üst katlardan gelen korkunç bögürtüyle irkildi. Olan olmuştu, canavar artık uyanmıştı. Korku ve karaksızlıkla donup kaldıkları bir dakika içerisinde canavarın homurtuları ve yaşlı Hobbes'un çılgın kahkahaları birbirine karışmıştı. Yukarıya doğru titireyen bacaklarla yönelirken Marx alıcı kuşlar gibi savaş naraları atıyor, Leviathan'ın yok edilmesi gerektiğini söylüyordu. Kalabalık lanetli odanın açık kapısına geldiğinde, ellerindeki meşalelerin ışığı Leviathan'ın yüzünde uğursuzlukalrı haber verircesine bir dramaya ışık tutuyordu. Kalabalık Leviathan'ı delmek için dirgenlerini, yakmak için ise meşalelerini kullanıyordu. Leviathan ise elleriyle köylüleri hallaç pamuğu gibi bir sağa bir sola fırlatıyordu. Yaşlı Hobbes Leviathanın savurduğu maundan yapılma çalışma masasının altında kalarak acı ile korkunç mazarayı seyrederken son nefeslerini vermek üzereydi. Bu vaveylada meşaleler yerdeki ipek iran halılarını, sonrada ingiliz sateninden yapılma agır kırmızı perdelere sıcak renkler kattı. İçeridekiler vaziyetin farkına vardığında artık çok geçti. Arsızca ahşap ve kumaşın üstünde dans eden ateş dilleri tarafından kuşatılan kalabalık şehvetin kırmızısında kaybolmaya başlamıştı bile.
Ne yaşlı Hobbes, nede mezarcı ve onun yıkım kafilesi sabah güneşin doğuşunu göremedi. Oysa güneş tarihin sonuna kadar doğacaktı. Ateş hırsla kendini tükettiginde ondan geriye ince duman sütünları ve komürleşmiş bedenlerden başka birşey bırakmamıştı. Garip bir savaşın korkunç bir abidesi olmuştu, Hobbes'un kırmızı tuğlalı malikanesinin yerindeki kara enkaz.
Derlerki o şiddet gecesinden bir tek Leviathan yaralı olarak kurtulmuş. O günden bu yanada karanlıkata dolanıp zayıf gödügü insanlara saldırırmış."
Tarik dede yanılmıyorsam hikayenin sonuda şöyle demişti: "İnsan vicdanını bir şeylere emanet ederken, hakemler araken, bilmez ki en büyük hakem onun her hamlesini gözler ve hak ettiği ile muamele eder."

İnsan Unutmakla Malüldür



Tüm insanlık doğarken ruhla, akılla, kalble, bedenle ve son olarak unutma ile dünyaya gelir. Bu insanın farkında olmadığı en önemli özelliğidir. Unutmak, insanın kendini unutmsaına kadar varır. O , öyle bir aşamadır ki unutma çizgisinde ne olduğunu ve amacını unutur. Niye yaşadığını , ne yaptığını, ne yapması gerektiğini unutur. Bu insanlığın arzda yürüdüğü ilk günden bu yana onu gölgesi gibi takip eder. Öyle ki ortalama her bin yılda bir peygamber ve klavuz gönderilmiştir. Her saferinde peygamberler insanlığa unuttuklarını hatırlatmış ama insan gene karanlıkta ışığa göre değil elleriyle tayin ettiği kadarıyla yol almayı tercih etmiştir. Unutkanlıktan o kadar bizarız ki, tarihin başlangıcını bile yazının icadına atfetmemiz vaziyetimizin vehametine işaret edtmekte. Pek tabi bu tutum aslında istemsiz değildir, bilakis celb edilmiştir. İnsanlık daha uzun yaşamak, dünyadan daha çok haz almak arzusuyla yaşarken kendilerinden önceki milyarlarca insanında vaktiyle benzer bir ruh haliyle varlıklarının son bulduğunu bilmek, insanlara kendi sonlarının varlığı bilgisiyle yüz yüze getirir. Bu bilgi insanı acı dolu hatıralar okyanusunda sürüklenen değersiz bir tahta parçasına indirger. Oysa insan her şeyin efendisi ve sahibidir. O kaderini bile kendisi çizebilme kudretine sahip bir varlıktır! Oysa ölüm insanı edilgen bir varlığa indirger. Bu hu-man'a ne çok ızdırap verir bilemezsiniz. Bu ızdırap o kadar kesif ve ağırdır ki, zavallı insan amacını ve ne olduğunu unutur. Tuzağa düşmüş vahşi bir hayvan gibi acısını hafifletecek herşeyi yapacak hale gelir. Nihayet insanlığından çıkar.Anlık hazlar, meşgaleler dayanılmaz "unutmayı" celb eder.

İnsanlık tek tek fert olarak, kitle olarak var olduğu anın nihai olduğunu düşünüp, ona göre yaşamdan elde ettiği faydayı maksimize etmeye çalışır. Var oluşunu son var oluş kabul eder.
Bunu anlık, günlük, yıllık, yüz yıllık bir dönemden fazlası olarak anlamak gerekir. Bir varil petrol elde edebilmek için yüzlerce masumun kanını döken insanlık bundan ötesini hesap edemez.

Kendi var oluşundan ötesini düşünemeyen beyinler için hayat çok önemli ve şiddetle! korunması gereken bir zenginliktir. Muhakkak buna yaşayan her canlı katılır, ama yaşam anlayışınızın ne olduğu önemlidir, tabi. lakin yaptıklarınız amacınıza baskın geliyorsa bu yalnız ve yalnız yabancılaşmadır. Başka da bir şey olamaz. Bu yabancılaşma, varlığa olan yabancılaşmaya yol açan ; insanın "neolduğunu unutması" neticesindedir.

İnsanın insanlığını asgari seviyde koruyabilmesi için temel olarak ne olduğunu, ne yapması gerktiğini unutmamalıdır. Aksi takdirde unuttuğu ölüm onu da unutturur.

Niye buzdan mezar


Eski mısır ehramlarını öyle yada böle herkes bir şekilde duymuş, fotoğraflarını muhakkak görmüş ve nasıl yapıldığını üç aşağı-beş yukarı işitmiştir.Binlerce zavallı kölenin eti ve kemiğiyle inşa edilmiş bu yapılar yaptıranın anısını ve ihtişamını yansıtmakta medeniyetlerinin ulaştığı noktayı-ne nokta ama!- göstermektedir. İşte internette nokta-i nazarmda mısır ehramlarını hatırlatır.Binlerce kölenin hayat enejisni harcayan kapitalizmin, yeni oyuncağı internet beyinleri ve zamanlarımızı sömürmekte.Büyük bir güç ve zaman akışı boşluğa doğru savrulmakta. Fakat ehramların korku ve acı dolu cesameti yanında insanlığı sömüren kapitalizmin sanal iz-düşümü olan internetin tek taş üstüne taş koyabilecek bir cesameti yok.

Bu zayıflığın kaynağı ne dersiniz? tabii ki kapitalist ahlak anlayışı." Lolita"yı yazan adamı kitabı basılıp insanlar tarafından tepki görünce mahkemeye çıkarmışlar.Hakim yaptığının suç olduğunun farkında olup olmadığı sorulduğunda " üstüne küçükler için zararlı olabilir şeklinde yazdık" diyerek suçsuz olduğunu söylemesi gibi her şeyin çabuk sebest ve çok sayıda olması zihnimizi bir enformasyon bombadumanına tabii tutuyor ve geriye uyuşmuş, tepkisiz bir yığın kalıyor. "Tren kazasında 200 kişi öldü","........... 'da olan depremde 100000 kişi öldü"
diye duyduğumuz, haberlerin bizim için istatistikten ve rakamdan başka bir anlamı yok!
Verdiğim örneklerdeki-rabbim benzerlerini insanlığa yaşatmasın- sayıları bile alışmışlığın duyarsızlığı ile ezbere geçtiniz gittiniz değilmi. hıh


İşte bu duyarsız insanlıktan kaçmak ve uzaklaşmak için kendime bir sibirya bileti aldım. Sibiryada ahşap bir ev yapıp okumak isteyeceğim kitaplarımla bu medeniyetin dışıda bir boyut ve zamanda yaşamak ve vakti geldiğinde kavrularak geçen yaşamıma rağmen sibiryanın soğuk kar ve buzu üstüne uzanıp Sabir Türklerinin yaşamış olduğu bu toprakta serin bir sonnefes vermek istediğimden buzdan mezarıma çekildim. "Peki ya bu blog(hiç sevmedim) nerden çıktı ? " eski denizcilerin ne kadar yol aldığını görmek için suya bıraktıkları nesnelere "prakete" denirdi işte buda benim praketem. buzdan mezarımdan sizlere yolladığm praketem .Neyi mi ölçeçeğim?. Kainatın dipsizliğni mi ?hayır! intenet boşluğunun kapitalist ahlak kadar boş ve midesiz oluşumunu mu? hayır! sadece benim praketem. Buzdan mezardan vahşi dünyaya......

White Rabbit